Uzun süre oldu yazmayalı şimdi kafamdaki her şeyi bir kenara iterek öfkemi kusmaya geldim..
Şuan hatta ben bu satırları yazarken bile, dünya tarihinin hiç bir evresinde görülmeyen vahşet Halep’te yaşanıyor. Zulmün olduğu yerde tarafsızlık namussuzluktur der Üstat Meriç. Kendimizi bu sıfatlardan uzak tutuyorsak eğer bir şeyler yapmalıyız. Hz. İbrahimin ateşine su taşıyan karınca misali..
Herkes Dünya’nın bu vahşet karşısında neden suskun olduğunu tartışıyor. Ben ise özellikle Batı’nın soykırımlar tarihini hatırlayıp, ona sorumluluk yüklemekten beri tutuyorum kendimi. Benim asıl sorumluluk yüklediğim, konjonktüre göre tutum değiştiren ”İslam” devletleri. Burada amacım batıyı kötüleyip, doğucu luk yapmak değil. Durumdan rahatsızım ve yazıyorum. Çünkü ben mevcut ”İslam” Devletleri’nin gerçekten istedikleri zaman statükoyu değiştirebileceğini, onu peşinden sürükleyebileceğini biliyorum.
1973 Petrol krizi. Kapitalizmin gördüğü en büyük krizlerden birisidir. 1967 Arap-İsrail savaşı ile ortaya çıkan ve petrolün bir ”vurucu silah” olarak kullanıldığı krizdir. İlginç olan ise petrolün İsrail’e karşı değil de Batı’ya karşı, fakat bilhassa, İsrailli Orta Doğudaki ”stratejik bir uzantısı” olarak kullanan Amerika’ya karşı, bir ”vurucu silah” olarak kullanılmasıdır. 1967 Arap-İsrail savaşında Arapların ağır hezimeti, İsraillin silah ve savaş üstünlüğüne karşı Arapları petrol silahını kullanmaya itti. Demek ki, isteyince silah bulunuyormuş. Devam edelim. Ben krizden çok krizin Batı için doğurduğu sonuçları göstermek istiyorum. Bu kriz sayesinde Amerika petrol ihtiyacını sadece Orta Doğudan sağlamadığı için, muhteşem etkilenmedi. Ama Batı Avrupa petrol konusunda sadece buraya bağlı olduğu için muhteşem ötesi etkilendi. Buna paralel olarak Batı yeni bir ekonomi politikası geliştirme ihtiyacı duydu. Neo-liberalizm. Şimdi herhangi bir araştırma sitesini açıp inceleyecek olsak, bu yeni neo akımın 1929 buhranı sonrasından beri varlığının hissedildiği yazılmıştır. Palavra. İçerisinde barındırdığı Keynes yen politikalar açısından doğrudur ama 1973’ün hemen ardından 1975’te İngiltere’de Margaret Thatcher, ABD’de Ronald Reagan’ın iktidara gelmesi hiç tesadüfi değil. Neo ideolojinin sonuçları olarak devletin ekonomiye müdahalesi gerçekleşmiş, içinde barındırdığı temel noktalar itibariyle özelleştirmeler artmış, eğitim ve sağlık başta olmak üzere hizmetlere yönelik kamu harcamalarının azaltılmasına gidilmiştir. Hal böyle olunca hiç bir etik tanımayan, sosyal hakların hiçe sayıldığı bir ortam ortaya çıktı. Evet, bu saydıklarımın hepsine ve daha fazlasına çıkardıkları petrolü bile işlemeye tembellik eden Arap-İslam devletlerinin kısa süreli petrol ambargosu neden oldu. Bunları hatırlayıp, kafamda toparladıkça şimdilerde neden bu kadar aciz olduklarını anlamlandıramıyorum.
En büyük çelişki ve yüzsüzlük emaresi olan İran’ın ise Devrim’le getirdiği, yetmeyip anayasaya koyduğu ‘karışmazlık ilkesini ve diğer devrim ilkelerini şimdi Halep’te çiğnediğinin şahidi oluyoruz. İlkenin içeriği; Dünya’nın neresinde olursa olsun mazlum halkların mücadelesinin destekleneceğidir. Ve yahut ta anayasanın 152. maddesinde yazdığı gibi yabancı egemenliğinin reddi, Müslümanların haklarının savunulması ve hegemonyacı süper güçlere karşı bağlantısızlık İlkeleri’nin hiçe sayıldığını görüyoruz. Evet, tüm bu ilkeler ve daha fazlası Halep’e milis gönderen, füze fırlatan, gazla zehirleyen İran’ın. Tarihin farklı dilimlerinde yapılan her devrimin her ilkesine mutlaka her noktasına kadar uyulmadığını biliyoruz. Ama referansının İslam olduğunu söyleyenler için bu kaide geçerli değil. Eğer bizlerde bunu bilerek susuyorsak, buna göz yumuyorsak biz de en az onlar kadar suçluyuz demektir.
Gerçekten çok farklı bir durum yaşanıyor Halep’te. Thomas Hobbes’un Leviathan adlı eserinde dediği ‘bellum omnium contra omnes” (herkesin herkese karşı savaşı) halini görüyor ve hissediyoruz. Geçenlerde Papa bir açıklama yaptı. ”Savaştayız. Üçüncü dünya savaşı yaşanıyor” diyerek, Orta Doğu, Afrika, Ukrayna’da yaşananlara dikkat çekti. Haklıydı. Mutlaka açık bir savaş bildirisine, beyana gerek yok. Aşikâr olan bir savaşın yaşandığı. Tarafların ise neden savaştığı hakkında bir açık fikir ortaya konmuş değil. Komplo teorileri havada uçuşuyor. Sanki bir vekâlet savaşı yaşanıyor ve herkes salyalarını akıtarak en fazla kar maksimizasyonunu nasıl sağlarım diye düşünüyor. Bir taraftan Rusya ve İran Şam şeytanını yanına alarak, diğer taraftan Amerika. Sayısı 30’un üzerinde devlet var şuan orada. Ve ne yapmak istedikleri konusunda ortak bir mantığa sahip değiller.
Şeytana bile ders verilebilecek bu ortamda bizim boynumuzun borcu, bu gidişatı durdurmak Halep’i dilimizden düşürmemektir. Batı’nın ”samimiyetine” güvenemeyiz. Eğer gerçekten samimi olsalardı, ”insani müdahale” deyip burası için de bir girişimde bulunurlardı. Karlarına değil çünkü. Yoksa uluslararası hukukmuş, Rusya imiş hiç. İlk ”insani müdahaleyi (1999,Kosova) gerçekleştirdiklerinde Rusya’yı dinlemişler miydi? Tabiki de, hayır. Arap-İslam devletleri kendilerine gelmeli. İstedikleri zaman ne yapabileceklerini defalarca gördük. İçlerinde bulundukları bu acze etten biran önce kurtulmaları gerek. Hz. Muhammedîn (s.a.v) getirdiği siyasal programın aksine bir davranışı sergilemek vefasızlıktır, nahalefliktir. Ümmetin geleceğinin, çocuklarının solmasına göz yumamazlar. Eğer onlar da diğerleri gibi işlerine gelince hareket edeceklerse, Yüce İslam’ın adını kullanmasınlar, kendilerine ”İslam devleti” demesinler.
Halep insanlığın vicdan mahkemesidir. Ya kazanacağız ya da oradaki çocukların ahları altında ezileceğiz…
Şebnem Azizli
Kaynak: sebnemazizli.wordpress.com