Kemal Haşim Karpat (2012), Timaş Yayınları, İstanbul,
398 sayfa, ISBN: 978-605-08-0276-4
“İslâm, Müslüman veya İslâmi gibi terimlerin ülkelerin dış politikasını değil sadece bireylerin kültür ve inancını ifade ettiğini daha en baştan belirtmeliyiz.”
Türk dış politikasının tarihini Osmanlı Dönemi’nin sonlarından başlayıp Cumhuriyet Dönemi dış politikasında yaşanan önemli konularını dönemleri ile okuyuculara aktaran eserlerden biri de tarih bölümü profesörü Kemal H. Karpat’ın yazmış olduğu ‘’Türk Dış Politikası Tarihi’’dir.[1]
Kemal H. Karpat’ın çalışması 3 ana bölüm ve 16 alt başlık altında toplanmıştır. Ana başlıklar sırasıyla “Osmanlı Mirası (s. 9-158), Cumhuriyet Dönemi Dış Politikası (s. 161-336) ve Güncel Yazı ve Röportajlar (s. 339-387)” dan oluşmaktadır. Çalışmada olaylar dönem açısından kronolojik bir sıra ile verilmiş ve Cumhuriyet Dönemi dış politikasında yaşanan gelişmeler üzerinde daha sık durulmuştur.
Karpat, Osmanlı İmparatorluğu’nun Birinci Dünya Savaşı’na girişinden Arap – Türk ilişkilerine, Kıbrıs meselesinden Türk – Sovyet ilişkilerine, SSCB’nin çöküşü ve Türkiye ile İran’ın Orta Asya ve Kafkasya’daki rolüne kadar her şeyi birçok ayrıntı ile kaleme almıştır.
Karpat, Arap – Türk ilişkilerinden bahsederken Farabî, Katip Çelebi ve Ahmed Yesevi gibi aydınların etnik kökenlerinin Arap olduğuna dair söylentileri reddeder ve bu aydınların Türk olduklarını sert bir şekilde belirtir: “Farabî gibi yazarlar, günümüzde dilleri nedeniyle Araplara ve Arapçılıkla tanımlanmaktadırlar. Bu, İslâm dünyasına yayılmış ve onu parçalamış olan günümüzün etnik ve dilsel milliyetçiliğinin sonucu olmaktan başka bir şey değildir… Diğer taraftan, sonraları İran’da Safevî hanedanının temelleri haline gelen, Türkmen aşiretleri tarafından on beşinci ve on altıncı yüzyıllarda geliştirilen Şiilikte olduğu gibi Sufilik de büyük ölçüde bir Türk oluşumuydu. Orta Asya, Afganistan ve Hindistan Müslümanlarının büyük çoğunluğu arasında Sufilik önemli ölçüde Ahmed Yesevî’nin etkisi altındaydı ve belirtmeye bile gerek yok ki, Yesevî Orta Asyalı bir Türk’tü” (s. 178).
Yazar, öte yandan Türkiye’nin coğrafi konumu ile ilgili “Tarih, Türkiye’yi dünyanın en stratejik ve oldum olası en çok göz dikilen coğrafyasına yerleştirerek ona son derece cömert davranmış ve bunun sonuncunda da Türkiye’nin dünya siyasetindeki rolü, nüfusunun veya ekonomik gücünün sağlayabileceğinden çok daha büyük olmuştur. Ne var ki aynı tarih onu Sovyetler Birliği’nin yanı başına yerleştirerek ve kuzeydeki bu dev güce karşı koyabilmesine yetecek kaynaklardan ve güçten yoksun bırakarak da Türkiye’ye son derece zalim davranmıştır” şeklinde anlatmaktadır (s. 249). Karpat, Türk – Sovyet ilişkisini Atatürk ve Lenin dostluk dönemi, Kıbrıs sorunu, Monreux Boğazlar Sözleşmesi (1936), Soğuk Savaş döneminde Türkiye’nin Batı’ya yönelmesi ve NATO’ya üye olmasının (1952) sonucunda SSCB’ye karşı izlenilen dış politikayı tüm çıplaklığıyla gözler önüne sermiştir.
Ayrıca 1991’de SSCB’nin çökmesi ile ortaya çıkan Türk devletleri (Azerbaycan, Kırgızistan, Kazakistan, Türkmenistan, Özbekistan) ile yakın ilişkiler kurulduğunu, bağımsızlıklarını ilan ettikleri gibi Türkiye’nin bu devletleri tanıdığını ve uluslararası kuruluşlara kabul edilmeleri için Türkiye’nin çabaları hakkında bilgiler vermiştir.
Karpat, İslâm, Müslümanlık gibi din kardeşliği ile dış politikanın yürütülemez olduğunu uluslararası ilişkilerin karşılıklı çıkarlara dayandığından bahseder: “Milli Selâmet Partisi Başkanı Necmettin Erbakan’ın 1974 yılı Mayıs ayına büyük bir borç ve daha düşük bir petrol fiyatı almak amacıyla Suudi Arabistan’a yaptığı resmî bir ziyaret herhangi bir sonuç vermedi. Bu, Türk dinci muhafazakârlarının anlamakta ya da kabul etmekte zorlandıkları bir ders olarak siyasetin, ekonomik çıkarların ve dinsel sempatinin birbirine karışmadığını göstermekteydi’’ (s. 222-223). ‘’Her ne kadar ortak inanç, dil, kültür ve tarih Türkiye ve İran’ın yeni komşu devletlerle ilişkilerini kolaylaştıran unsurlar gibi görünse de, bu çalışmada kullanılan ’İslâm, Müslüman veya İslâmi gibi terimlerin ülkelerin dış politikasını değil sadece bireylerin kültür ve inancını ifade ettiğini daha en baştan belirtmeliyiz” (s. 293).
Şurası da göz ardı edilmemelidir ki eserin son bölümlerine yaklaşırken Türkiye – AB ilişkilerine de değinen Karpat, Türkiye – AB ilişkilerinden az bahsetmiş olup yaşanan tarihsel sürece ve gelişen olaylarla pek fazla değinmemiştir. İlerleyen bölümlerde Avrupa’ya güveninin olmadığını ve Batı’da çıkarlarının uyuştuğu en iyi ülkenin Amerika olduğunun altını çizmiştir.[2]
31 Mayıs 2009 tarihinde Devrim Semivay ile yapmış olduğu bir röportajda ‘’Ermeni Sorunu’’ üzerine gelen soruları yanıtlayan Karpat ek olarak da kendini bir Ermeni dostu olarak ifade etmektedir: “Ermenileri insan olarak çok takdir ederim. Hakikaten Osmanlı Devleti’ne büyük katkıları olmuştur; büyük kabiliyetleri olan, kültüre yatkın, her yerde iz bırakmış, isim yapmış bir millettir Ermeniler. Keşke bizim Türkler de en az onlar kadar verimli, yaratıcı olabilselerdi” (s. 368) sözleriyle Ermeniler hakkındaki olumlu düşüncelerinden bahsetmiştir.
Sonuç olarak Karpat, Türk dış politikasını konu alarak yazmış olduğu eserinin son bölümünü Ortadoğu’nun temel sorunu haline gelmiş olan eğitimle ilgili önerilerde bulunup ve geçmişe duyulan özlemin, yeniden geçmişteki gibi olmanın gerçek dışı olduğundan okuyucularına söz etmiştir. Yapıtını güncel yazılar ve röportajlardan kaleme aldığı sözlerle noktalamıştır.
[1] Kemal Haşim Karpat: 15 Şubat 1926 yılında Romanya’da doğdu. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ni bitirdikten sonra Washington’da ve Rewington üniversitelerinde siyasal ve sosyal bilimler üzerine yüksek lisans ve doktora yaptı. Akademik çalışmalarına 1950 yılında New York ve Washington üniversitelerinde başladı. Sırasıyla Birleşmiş Milletler Toplumsal Araştırmalar Bölümü’nde arından Montana Devlet Üniversitesi, ODTÜ İktisadi İdari Bilimler Fakültesi ve Harvard Üniversitesi gibi bilim kurumlarında öğretim üyeliği ve yöneticilik yaptı. Karpat, TBMM Onur Ödülü ve TC Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Büyük Ödülü sahibidir.
[2] Türkiye’nin AB’ye katılmayı başarmasının sonucunu Karpat şu sözler ile ifade etmiştir: “Türkiye özgürlük ve ilerlemeye adanmış gelişen, ilerleyen demokrasi imajını sürdürebilirse, sadece AB’ye katılmayı başarmakla kalmaz, dünya işlerinde de daha fazla söz sahibi olur.”