W. Wilson gibi “ideal” bir uluslararası sistem kurmak isteyen devlet başkanlarının yanında Avrupa’nın kurt diplomatları uluslararası ilişkilerin tarihi gelişimi içinde katı bir “gerçekçilik” izlemişlerdir. Savaşların ideal bir uluslararası sistemle önlenebileceğini savunan ve bu amaçla I. Dünya Savaşı sonrasında Milletler Cemiyeti’nin kurulmasına önayak olan ABD başkanı Wilson’ın karşısında sömürgecilik ateşiyle sanayisini işleten Avrupa ülkeleri bulunmaktaydı. Evet, Wilson Milletler Cemiyeti’nin kurulmasında büyük rol oynadı. Fakat devletlerin bitmek bilmeyen çıkar çatışmaları, sömürge alanlarından daha fazla kar etme mücadeleleri ve I. Dünya Savaşı’nda yenilmiş, istediklerini elde edememiş devletlerin uluslararası arenaya yeniden entegre olma çabaları ( bkz. Almanya, İtalya, Japonya ) uluslararası ilişkilerde ideal, barışçıl bir düzenden söz etmeyi imkânsız kılmıştır.
Özellikle I. Dünya Savaşı sonrasında Almanya’ya imzalattırılan Versay Anlaşması, Fransa’nın Almanya’yı ezme politikasının bir ürünüdür ve Hitler gibi bir liderin ortaya çıkmasında Fransa’nın rolü büyüktür. Diğer yandan I. Dünya Savaşı sırasında İtilaf Devletlerinin safında bulunan İtalya’nın deyim yerindeyse ellerinin bomboş bırakılması (bkz. İtalya’ya vaat edilen İzmir ve çevresinin Yunanistan’a verilmesi) ve uluslararası alanda dikkate alınmaması İtalya’da Faşist Parti’nin yani Mussolini’nin doğmasına neden olmuştur. Japonya gibi önceleri Batılı devletlerce sömürülmüş fakat sonraları Batı’nın teknolojisini kullanarak Pasifik’te ve Uzakdoğu’da güç sahibi olmuş bir devletin de sömürge alanlarından pay istemesi doğal bir sonuç olarak karşımıza çıkmaktadır.
Böyle bir ortamda barışçıl bir düzenden söz etmek mümkün değildi ve nitekim 1930’lu yılların başında Japonya’nın Mançurya’ya ve 1935 yılında da İtalya’nın Habeşistan’a saldırmasıyla devletlerin sömürgecilik yarışları yeniden hız kazanmaya başladı. Bu arada ideal bir uluslararası düzenin “teminatçısı” olan Milletler Cemiyeti ise hiçbir şey yap(a)madı. Hatta tarihi bir ironi olarak Milletler Cemiyeti üyesi olan bir devlet (İtalya) başka bir üye devlete (Habeşistan) tüm uluslararası tepkilere rağmen saldırdı ve bu devletin ülkesini işgal etti.
İşte devletlerin vahşi doğaları idealizmin ön gördüğü ideal bir barışçıl düzen yaratma hayallerini suya düşürmüş ve realizm gibi “gerçek” bir var oluş mücadelesini uluslararası ilişkilerde hâkim teori olarak ortaya çıkartmıştır. İdealizm olması gerekenin peşindeyken realizm var olanları en etkin biçimde kullanmanın ve bundan yarar sağlamanın peşinde olmuştur.
Tarihteki ve günümüzdeki devlet adamları Wilson kadar idealist olsaydı bugün dünya daha yaşanabilir bir yer olabilirdi. Ama yukarıda anlattığımız gibi devletlerin çıkarları geçmişten bugüne kadar uluslararası ilişkilerin şekillenmesinde realist perspektifin hâkim olmasına neden olmuştur. Böyle bir ortamda idealizmi savunmak ise uluslararası alanda yok sayılmayaönemsenmemeye sebebiyet verecektir. Bunun da tarihteki en güzel örneği -bahsettiğimiz üzere- ABD Başkanı W.Wilson olacaktır.
Boran Karakaya
borankarakaya@hotmail.com
Gazi Üniversitesi / Uluslararası İlişkiler