“Liberalizmin temel prensipleri, bireyin özgürlüğünü, özerkliğini, temel haklarını garanti altına almayı amaçlayan ve bu nedenle siyasal iktidarın sınırlandırılması üzerinde duran bir düşüncedir.”[1] “Liberalizm, tarihsel birikim ve çatışmaların süzgecinden geçerek günümüzde bütün bir siyasal sistem olarak varlığını sürdürmektedir.”[2] Liberalizm daha çok insan hakları, demokrasi ve ekonomik anlamda ise kapitalizm kavramları çerçevesinde tartışılmaktadır. “Demokrasi, insan hakları, hukukun üstünlüğü gibi sosyal, siyasal ilkeleri içine alarak daha güçlü ve geniş alanlara yayılmaya çalışmaktadır.”[3]
Bu çalışmanın temel amacı, liberalizmi tarihsel süreçteki gelişiminden başlayarak günümüzde geldiği noktaya kadar kronolojik olarak incelemek ve aynı zamanda neoliberalizmin temel ilkelerini açıklamaktır. Bunu yaparken, öncelikle liberalizmin tarihsel kökenlerine kısaca bakacağız ve daha sonra liberalizme katkısı olan düşünürlerin görüşlerine yer vereceğiz. Daha sonra neoliberalizmin temel ilkelerine bakacağız ve çalışmamızı bitireceğiz.
BİRİNCİ BÖLÜM
LİBERALİZM’İN TEMELLERİ
-
1. LİBERALİZM NEDİR?
“‘Özgür’ anlamına gelen Latince ‘liber’ kelimesinden gelen ‘liberal’ terimi, aslen özgürlük felsefesine işaret etmektedir.”[4] Tarihsel süreç içerisinde liberalizm kelimesi farklı ülkelerde farklı anlamları ifade etmek için kullanılmıştır ve günümüzde ise liberalizm kelimesinin net ve herkesçe kabul edilen bir anlamı olduğunu söylemek zordur. Türkiye’de “liberal” denildiği zaman akla öncelikle demokrat, insan hakları savunucusu, özgürlükçü kişi ve kurumlar akla gelmektedir. Ancak kavramın etimolojik ve günlük dilde kullanılan anlamı hala akademik çevrelerce tartışılmaktadır.
-
2. LİBERALİZMİN TARİHSEL KÖKENİ
“Liberalizm, Batı Avrupa’da Ortaçağ feodal düzeninin yıkılışı ve skolastik anlayışın anlam ve inandırıcılığını yitirmesi ile doğar.”[5] Liberal düşüncenin oluşumunu daha iyi anlayabilmek için öncelikle Ortaçağ düzenini açıklamamız gerekmektedir. Ortaçağda uluslararası ve ulusal sisteme baktığımız zaman iki önemli yapı karşımıza çıkmaktadır: Feodalite ve Kilise.
Çetin’in belirttiği gibi, Ortaçağ düzeninin temel yapı taşlarından birisi olan feodaliteyi şöyle tasvir edebiliriz: “Bütün ilişkilerin ve çatışmaların çerçevesini ve her şeyin meşruiyet kaynağını oluşturan, tek, bütün ve bölünmez bir Hristiyan ülkesinin varlığı; iktidarın, hiyerarşik olarak birçok yönetim birimleri arasında dağılımı ve parsellenmesi; kralın dünyevi sahada ‘evrensel nüfuz’ iddiası; papalığın uhrevi sahada ‘evrensel nüfuz’ iddiası; kral ve kilise arasında Hristiyan dünyası ve toplumu üzerinde üstünlük mücadelesi.”[6]
Feodal düzen dediğimiz bu yapı içerisinde kral ve kilisenin hakim olduğu bir düzen vardır. Bu ikili yapı içerisinde kilise ve krallık sürekli bir mücadele halindedir. Bunun yanı sıra bireylerin ekonomik bağımsızlığının olmadığı, toprağa bağımlılığın olduğu, toplumun sınıflara bölündüğü ve toplumsal sınıflar arasında geçişkenliğin olmadığı, katı bir hiyerarşik yapıdan söz edebiliriz. Bu düzen içerisinde “toplum, bir bütün olarak egemen iradelere boyun eğme durumundadır.”[7]
Ortaçağ düzeninin diğer temel yapı taşı olan kiliseye baktığımız zaman ise, “kilise bütün Hristiyan dünyasına yayılmış bir örgüttür.”[8] Bu düzen içerisinde kilisenin maddi ve manevi olarak güçlü olduğundan bahsedebiliriz. Kilisenin maddi gücü, toplumdan vergi toplaması, eğitime müdahale etmesi ve toplumsal ilişkilere müdahale etmesi gibi toplumsal yapının hemen hemen her alanında etkili olmasından ileri gelmektedir. Manevi gücü ise, kilisenin toplum üzerinde sahip olduğu uhrevi etkidir. Bütün bunlar göz önünde bulundurulduğunda, papanın “krala bağımlı bir konumda olması asla düşünülemiyordu.”[9]
Yukarıda değindiğimiz ortaçağ düzeni liberalizmin oluşmasında en büyük engeldi ve bu sistem içerisinde özgürlük, bireysellik, eşitlik, hukukun üstünlüğü gibi liberal kavramların gelişmesi mümkün olamazdı. Liberalizmin doğması ve gelişmesi için eski referans noktalarının (kilise ve feodal düzen) terk edilip yeni referans noktalarının (ulus devlet, birey) yeni ve özgür bir ortam oluşturması ve eski düzenin yıkılması gerekmekteydi. Bu ise ortaçağ düzeninin yıkılması demektir.
Ortaçağ düzenin yıkılmasında, kent yaşamının gelişmesi, “doğu ile alışverişten (Haçlı Seferleri) doğan ortam ve sonra gelişen Rönesans hareketinin kilisenin temel referanslarının doğruluğuna indirdiği darbe, yine reformasyon hareketinin aynı referans tekliğine indirdiği darbe, bu ikisinin sonunda gelişen sekülarizasyon, keşif ve kolonizasyon hareketinin ve bunu başlatan krallıkların gücünü konsolide etmesi, yerel-feodal beyliklerin kısıtlamalarından kurtulmak isteyen burjuvazinin krallarla yaptığı ittifakın konsolidasyonu artırması ile zaten hiçbir zaman mutlak denetim kuramamış olan imparatorluğun yerini mutlak monarşilere bırakması ve ekonomik durgunluk”[10] etkili olmuştur denilebilir.
İlk olarak Ortaçağ düzeninin yıkılmasında kentsel gelişimi ele alacak olursak, kentlerin kurulması ile manastır eğitimine alternatif olarak üniversitelerin kurulduğu, ekonomik ve sosyal gelişmeler ile insanların dünyevileştiği, bilimde ve felsefede özgürlüğün doğduğu bir sosyal düzen kurulmaya başlamıştır ve bireyler toplumun ortak çıkarları için birlikte hareket etmeye başlamışlardır. Bu gelişmeler kilisenin ve kralların dayatmalarını etkisiz hale getirmede etkili olmuştur denilebilir.
İkinci olarak, burjuvazinin kralllar ile yaptığı ittifak kralları her ne kadar nispeten daha güçsüz hale getirdiyse de, “kralın karşısında kalan tek güçlü rakip kiliseydi ve kral ve kilise çatışması kaçınılmazdı.”[11] Kral ve kilise çatışması, kilisenin halktan vergi toplaması, halkı dinsel konularda etkilemesi, halkın kralın mahkemesinin yanında kilisenin de mahkemesinde yargılanması konularında başlamıştı ve bu durum halkın hristiyanlıkta herkesin birbiriyle kardeşi olduğu, herkesin eşit olduğu ilkeleriyle hareket etmesine neden olarak “protestan reformu” denen reform hareketini başlattı. “Reform hareketinin temel dayanak noktası şu idi: bireylerin doğrudan tanrıyla ilişki kurabileceği, bunun için kiliseye ve onun dinsel ve törensel kurallarına gerek olmadığını, insanların İncili kendilerinin okuyup yorumlayacağını, Tanrıyla kulu arasına hiçbir şeyin giremeyeceğini savunmaktı.”[12] Reform hareketi sonucunda, kilisenin evrensel örgütlenmesi yıkıldı, yerine ulusal kiliseler kuruldu ve kral ulusal kiliseleri kontrolü altında tutuyordu. Reform hareketi, “dinsel ve felsefi anlamda özgürleşme sürecini başlatmıştır ve burjuva sınıfı önündeki din engelini de ortadan kaldırmış oluyordu.”[13]
Son olarak, Rönesans hareketi de liberalizmin temel ilkelerinin oluşumunda ve özgür düşüncenin yerleşmesinde etkili olmuştur. “Rönesans, insanın, dünyanın yeniden tanımlanmasıdır.”[14] Rönesans ile birlikte liberalizmin en temel ilkelerinden olan bireycilik ve özgürlük anlayışı yerleşmiş, insan birey olarak toplumdan soyut ve ayrı bir varlık olarak algılanmaya başlanmış, topluma, dine insana ve tarihe bakış açısı değişmiştir. “Locke, Hume, Smith, Kant gibi liberaller düşüncelerini rönesansın doğudrduğu bu özgürlük ortamında açıkladılar.”[15]
Fransız Devrimi ve Amerikan Devrimi ile yayımlanan insan hakları belgelerinin de liberalizmin gelişmesine katkısı olmuştur. Bu belgeler ile insanların eşit, özgür, rasyonel bireyler oldukları vurgulanmış ve bu belgeler liberalizmi düşünsel düzeyden pratik düzeye geçişi sağlanmıştır.
Sonuç olarak, liberalizmin düşünsel temelleri temel olarak Ortaçağ düzeninin yıkılması ve oluşan özgürlük ortamında Locke, Hume gibi düşünürlerin görüşlerini serbestçe açıklamaları sonucunda atılmıştır ve bu özgürlük ortamında liberalizm gelişmiştir denilebilir. 2. bölümde ise liberal düşürler, bu düşünürlerin görüşleri ve liberalizmin temel ilkelerinden bahsedeğiz.
İKİNCİ BÖLÜM
LİBERAL DÜŞÜNÜRLER VE LİBERALİZMİN TEMEL İLKELERİ
-
1. LİBERAL DÜŞÜNÜRLER
Liberalizmin düşünsel temellerinin aydınlanma çağında ve o dönem düşünürlerinin görüşleri çerçevesinde geliştiğini birinci bölümde belirtmiştik. “İngiltere’den John Locke, İskoçya’dan David Hume ve Adam Smith, Fransa’dan Montesquieu, Voltaire ve Almanya’dan Kant bu döneme damgasını vuran bilim adamları arasında yer almaktadır.”[16]
John Locke’a göre, “doğa durumunda insanlar eşit ve özgürdürler.”[17] Locke, doğa durumunun “savaş durumu olmadığını”[18] vurgulamaktadır. “Haksız bir zorlama olduğunda savaş yaşanabilir; fakat bu durum doğa durumu ile özdeşleştirilmemelidir.”[19] Locke doğa yasasını, “insanın tanrı ile ilişkisi ve tüm insanların rasyonel yaratıklar olarak eşit oldukları ilkesi açısından tanımlamaktadır.”[20] Locke’a göre doğa yasası, “insan aklı tarafından bildirilen evrensel olarak bağlayıcı bir ahlaksal yasa”[21]dır. “Ayrıca herkesin doğal hakları olduğuna inanan Locke’a göre bunlar kendini koruma, yaşama, özgür olma ve mülkiyet haklarıydı.”[22] Fakat Locke’un kontrat yasasına göre, “insanlar doğa durumunda özgür olsalar da, bu herkesin birbirlerinin haklarına saygı göstereceği anlamına gelmediğinden, hak ve özgürlüklerin daha etkili ve iyi korunması için örgütlü bir toplum oluştururlar.”[23] Bireyler örgütlü toplu oluştururken “doğal özgürlüğünden köle durumuna düşmek için değil, doğal haklarından güvenlik içinde ve daha özgür olarak yararlanmak amacıyla vazgeçerler.”[24]
Hugo Grotius da John Locke gibi insan doğasına olumlu yaklaşmaktadır. Hugo Grotius’a göre “insanın doğasında toplum içinde yaşama isteği vardır; bu istek aklının verdiği ölçüde düzenli ve barış içinde yaşama isteğidir.”[25] Hugo Grotius’a göre, “hukukun doğal olabilmesi için insan doğasına dayanması”[26] gerekir ve “doğal haklar da insan doğası gibi her yerde ve her dönemde değişmez haklardır.”[27] “Uluslararası hukuk kurallarını yapacak ve uygulayacak bir üst otorite olmasa da uluslararası toplumda bir hukuk sistemi vardır ve bu hukuku oluşturan temel faktör normlar ve geleneklerdir.”[28] Bu düzen içerisinde “devlet hukukun koruyucusudur ve garantisidir.”[29] Hugo Grotius’a göre, “uluslararası ilişkiler anarşiktir, ama çoğul egemen devletlerin varlığı ve ortak bir üst otoritenin yokluğu anlamında anarşiktir.” Hugo Grotius’un bu düşüncelerinden yola çıkarak; “bireyler rasyonel oldukları için devletler de rasyoneldir, bireyler toplumsal oldukları için devletler de toplumsaldır”[30] kanısına varabiliriz.
Liberalizme katkısı olan bir diğer düşünür ise Jean Jacques Rouesseau’dur. Jean Jacques Rousseau, düşüncelerini “Toplumsal Sözleşme” adlı eserinde ifade etmiştir. Her insanın özgür doğacağını söyleyen Rouesseau’ya göre, “devlet, yurttaşların özgürlük ve eşitlik için doğuştan, vazgeçilmez hakları ve kendi yazgılarını belirleme güçleri yoluyla katıldıkları bir toplumsal sözleşme üzerine dayalı politik bir örgüttür.”[31] Rousseau, insan doğasının barış yanlısı olduğuna inanmaktadır. “İnsanın saldırganlığı doğal durumdan uzaklaşıp sivil toplumla tanıştıkça artmaktadır.”[32] Rousseau’ya göre, “İnsanlar, devlet olarak örgütleninceye ve yöneticiler kendi çıkarları için ordular oluşturuncaya kadar savaş ve silah gibi kavramlarla tanışık değildirler.”[33] Rousseau’ya göre, “vazgeçilmez iradeleriyle özgür ve eşit insanların karşılıklı olarak anlaşarak bir devlet kurma hakları vardır; çünkü egemenlik yalnızca halkındır.”[34] Ancak halk sahip olduğu bu egemenliği demokratik yolla ve seçimler aracılığıyla devlete vermektedir. “Kişi bencil çıkarları için değil, ortak yarar için oy verir.”[35]
Son olarak liberal düşünceye katkısı olan İmmanuel Kant’ın düşüncelerine bakmakta fayda var. İmmanuel Kant düşüncelerini “Sonsuz Barış” adlı eserinde açıkça dile getirmiştir. Kant da diğer liberal düşünürler gibi bireyi esas alan bir yaklaşım sergilemiştir. Kant’a göre, “uluslararası ilişkiler, devletlerarası ilişkilerin de ötesine geçen ve bireyi temel alan ilişkilerdir.”[36] Kantiyen yaklaşımda, devlet soyut bir varlıktır ve esas olan bireydir. Kant, “insanlığın devletler halinde gruplandığını kabul etmekle birlikte, bunun geçici bir durum olduğunu ve insanlığın ortak bir topluluk altında birleşeceğini ve böylece, bugünün anarşi ve savaş halinin ebedi barışa döneceğini”[37] savunmuştur. Bu topluluk “Birleşmiş Milletler’e benzeyen federatif bir özgür devletler topluluğudur.”[38] Bunun sağlanması için “diktatörlükler ve monarşiler yerine cumhuriyetlerin kurulması”[39] gerekmektedir.
-
2. LİBERALİZMİN TEMEL İLKELERİ
Liberalizmin temel ilkelerinin neler olduğu konusunda bir çok görüş ileri sürülmüştür. Liberalizmin temel ilkeleri olarak; sınırlı minimal devlet, serbest girişim, bireycilik, insan hakları, hukuka bağlı devlet, özgürlük, işbirliği gibi kavramlar sıralanabilir.
Öncelikle bireycilik kavramına bakacak olursak bireycilik, toplumsal, siyasal ve ekonomik hayatta bireyin ön planda tutulmasıdır. “Locke, bireyin her türlü otoriteden kurtularak özgür olmasını ve kendi hayatını kendisinin kurması gerektiğini ‘herkesi kendinin yargıcıdır’ ifadesiyle, Kant ‘kendi yasanı kendin yap’ formülüyle bireyciliği özetlemişlerdir.”[40] Liberalizmde birey toplumda herşeyin üstündedir, birey toplumdan önce vardır. Kant’a göre, “İnsan kendi başına bir son, bir amaçtır, asla bir araç değildir.”[41] Liberalizme göre bireyin çıkarı ön plandadır ve “bireylerin çıkarından toplumsal çıkar doğacaktır.”[42]
İkinci olarak liberalizmin temel ilkelerinden bir diğeri ise özgürlüktür. “Friedman liberalizm için asıl olanın gönüllü işbirliği ve özgür tartışma olduğunu söyler.”[43] Bireylerin özgür olması liberalizmin olmazsa olmaz şartıdır. Özgürlük bireylerin aynı kanunlara tabi olması, keyfi uygulamalara maruz kalmaması, bireyin kendi kararını kendisinin verebilmesini ifade etmektedir. “Liberalizme göre bireyin özgürlüğüne yönelebilecek en büyük tehdit devlettir.”[44]
Liberalizmin bir diğer ilkesi ise sınırlı devlettir. Liberalizmin bireyi herşeyin üstünde tuttuğunu daha önce belirtmiştik. Bu bağlamda, devletin sınırlanması gerekmektedir. Çünkü devlet sınırlandırılmazsa bireye müdahale edecektir ve birey arkaplana itilecektir. Bu nedenle devlet hareket ederken toplumun rızasını almak zorundadır ve anayasa ile sınırlandırılmalıdır. “Locke’a göre toplum sözleşmesi ile kurulan devlet herkesin özgürlüğünü ve mallarını daha iyi korumak amacıyla kurulur.”[45] Bu bağlamda devletin amacı topluma en iyi şekilde hizmet etmektir ve bireyin özgürlüğünü ve çıkarını korumaktır.
Uluslararası ilişkiler açısından liberalizmin temel varsayımları ve ilkelerine bakacak olursak, öncelikle liberalizm “devletleri uluslararası ilişkilerdeki en önemli aktörler ve incelenmesi gereken tek analiz birimi olarak görmemektedir.”[46] Liberalizme göre uluslararası sistem devlet, birey, baskı grupları, uluslararası örgütler gibi birçok aktörden oluşmaktadır. “Bu aktörler rasyoneldir ve devletlerin tercihlerini ve davranışlarını etkileyerek kendi çıkarlarını maksimize etmeye çalışırlar.”[47]
Liberalizme göre, uluslararası ilişkiler sadece güç ilişkileri açısından ele alınmamalıdır. Uluslararası sistem, “karşılıklılık ve işbirliğine bağlı olarak uluslararası normlar, örgütler ve hatta uluslararası hukuk tarafından[48]” değiştirilebilir. Bununla birlikte liberalizme göre, “devletler belli ve sabit bir dış politika tercihine sahip değilirler.”[49] Devletlerin davranışları bazı iç aktörler tarafından belirlenir. Son olarak ise liberaller “uluslararası ilişkilerde askeri gücün kullanılmasının maliyetinin giderek arttığını ve devletler için en son başvurulacak bir araç olduğunu savunmaktadırlar.”[50]
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
NEOLİBERALİZM
“Liberalizm uluslararası ilişkiler disiplininde pek çok teorinin dayanağını oluşturmuştur.”[51] Birinci dünya savaşı sonrası dönemde savaşların yıkımından oldukça fazla zarar gören devletlerin savaş ve çatışmaları önleme çabası liberalizmin uluslararası ilişkileri açıklamaya yönelen bir teori olarak ortaya çıkmasına sebep olmuştur. İki savaş arası dönemde barışın sağlanamaması ve daha büyük bir yıkımla sonuçlanan ikinci dünya savaşının patlak vermesi barış çabalarını daha da artırmıştır. “Bu anlamda, 1980’lerde Realizme alternatif olarak öne çıkan en önemli teori neoliberalizm olmuştur.”[52] Neoliberaller, kendilerinden önceki liberallerden birçok noktada ayrılmışlardır.
Neoliberalizmin temel özelliklerine baktığımız zaman öncelikle “barış ve işbirliğini analiz etmesi”[53] karşımıza çıkmaktadır. Neoliberalizmin uluslararası ilişkileri birim düzeyinde analiz etmektedir. Bununla birlikte neoliberaller, “birim düzeyindeki nedenlerin sistem düzeyindeki sonuçlarıyla ilgilenmektedirler.”[54]
Neorealistler, Realizmden farklı olarak “devletlerin uluslararası ilişkilerin tek aktörü olmasa bile en önemli aktörü olmaya devam ettiklerini”[55] düşünmektedirler. Aynı zamanda neoliberalizme göre devletler rasyonel aktörlerdir. Ancak neoliberaller “devletten başka aktörlerin de varlığını kabul etmektedirler.”[56] Neoliberallere göre, uluslararası ilişkilerde devletlerden başka birey, uluslararası örgütler, baskı grupları gibi birçok aktör vardır.
“Liberalizmin temel ilkesi olan demokrasi, neoliberalizmin de en temel ilkesi olmaya devam etmektedir.”[57] Neoliberallere göre, liberal demokratik devletler arasında işbirliği mümkündür. Bununla birlikte, “devletleri karşılıklı olarak işbirliğine razı edecek çok sayıda faktör bulunmaktadır.”[58] Devletleri işbirliğine götüren nedenlerin başında uluslararası örgütler, uluslararası hukuk, devletlerin rasyonel davranması (devletlerin göreli kazançlar yerine mutlak kazançlar ile ilgilenmesi) gibi etkenler vardır.
GÖKHAN AKDOĞAN
Eskişehir Osmangazi Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler
[1] Fikret Elma, “Liberal Düşünce Geleneğinin Oluşumu ve John Locke”, Journal of Qafqaz University, Sayı 9, s.174, (Çevirimiçi), http://journal.qu.edu.az/article_pdf/1028_437.pdf, 12 Ekim 2013.
[2] Halis Çetin, “Liberalizmin Tarihsel Kökenleri”, Cumhuriyet Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Dergisi, 3. Cilt, Sayı 1, 2002, s.80, (Çevirimiçi), http://iibfdergi.cumhuriyet.edu.tr/archive/liberalizmin%20tarihsel%20k%C3%B6kenleri.pdf, 12 Ekim 2013.
[3] Elma, a.g.m., s. 174.
[4] Ludwig von Mises, Liberalism In The Classical Tradition, çev. Ralph Raico, The Foundation for Economic Education, Mises.org edition, 2002, s. V. (Çevirimiçi), http://mises.org/books/liberalism.pdf, 12 Ekim 2013.
[5] Elma, a.g.m., s. 175.
[6] Çetin, a.g.m., s. 81.
[7] Çetin, a.g.m., s. 82.
[8] Çetin, a.g.m., s. 82.
[9] Çetin, a.g.m., s. 82.
[10] Elma, a.g.m., s. 176.
[11] Çetin, a.g.m., s. 84.
[12] Çetin, a.g.m., s. 85-86.
[13] Çetin, a.g.m., s. 86.
[14] Çetin, a.g.m., s. 87.
[15] Çetin, a.g.m., s. 87.
[16] Tayyar Arı, ULUSLARARASI İLİŞKİLER TEORİLERİ: Çatışma, Hegemonya, İşbirliği, 8. b., MKM Yayıncılık, Bursa, 2013, s. 293.
[17] Arı, a.g.e., s. 294.
[18] Arı, a.g.e., s. 294.
[19] Arı, a.g.e., s. 294.
[20] Gökhan Koçer vd., ULUSLARARASI İLİŞKİLER: Giriş, Kavram ve Teoriler, ed. Haydar Çakmak, Platin Basın Yayın Dağıtım, 2007, Ankara, s. 156.
[21] Arı, a.g.e., s. 294.
[22] Arı, a.g.e., s. 294.
[23] Koçer vd., a.g.e., s. 156.
[24] Arı, a.g.e., s. 294.
[25] Arı, a.g.e., s. 294.
[26] Arı, a.g.e., s.294-295.
[27] Arı, a.g.e., s. 295.
[28] Koçer vd., a.g.e., s. 156.
[29] Arı, a.g.e., s. 295.
[30] Koçer vd., a.g.e., s. 157.
[31] Arı, a.g.e., s. 297.
[32] Arı, a.g.e., s. 297.
[33] Arı, a.g.e., s. 297.
[34] Arı, a.g.e., s. 297.
[35] Arı, a.g.e., s. 297.
[36] Koçer vd., a.g.e., s. 157.
[37] Koçer vd., a.g.e., s. 157.
[38] Arı, a.g.e., s. 298.
[39] Koçer vd., a.g.e., s. 158.
[40] Halis Çetin, “Liberalizmin Temel İlkeleri”, C.Ü. İktisadi ve İdari Bilimler Dergisi, Cilt 2, Sayı 1, s. 221.
[41] Çetin a.g.m. s.222.
[42] Çetin a.g.m. s.222.
[43] Çetin a.g.m. s.223.
[44] Çetin a.g.m. s.224.
[45] Çetin a.g.m. s.229.
[46] Koçer vd., a.g.e., s. 159.
[47] Koçer vd., a.g.e., s. 159.
[48] Koçer vd., a.g.e., s. 159.
[49] Koçer vd., a.g.e., s. 159.
[50] Koçer vd., a.g.e., s. 159.
[51] Gökhan Koçer vd., ULUSLARARASI İLİŞKİLER: Giriş, Kavram ve Teoriler, ed. Haydar Çakmak, Platin Basın Yayın Dağıtım, 2007, Ankara, s. 160..
[52] Koçer vd., a.g.e., s. 160.
[53] Tayyar Arı, ULUSLARARASI İLİŞKİLER TEORİLERİ: Çatışma, Hegemonya, İşbirliği, 8. b., MKM Yayıncılık, Bursa, 2013, s. 305.
[54]
[55] Arı, a.g.e., s. 306.
[56] Arı, a.g.e., s. 306.
[57] Arı, a.g.e., s. 305.
[58] Arı, a.g.e., s. 311.